Siirler.Biz

Aşkın Tanımı

04.03.2010

Aşk okyanustur
Keşfedilecek bir sonsuzluktur

Aşk sudur
Gerektiğinde insanı ölümüne kurutur

Aşk ölümdür
İnadına insan üstüne üstüne sürünür

Aşk kratopraktır
Sonunda gidilecek tek yer orasıdır

Aşk zulümdür
İnsanı sonuna kadar çürütür

Aşk gürbettir
İnsana özlem çektirir

Aşk labirenttir
Kurtulabilmek kafa yedirttirir

Aşk dağdır
Zirveye ulaşabilmek zaman alır

Aşk insandır
Bunları çekmek doğa yasasıdır

Etiketler:

Yorumlar
  1. serhat bekmezci dedi ki:

    Bir daha hiç seviyorum demeyecek miyim? Elime başkası değemez bir daha kalbimi kimse alamaz seninim ölene kadar gibi cümleler söylemeyecek miyim? Bunun cevabını şu anda vermek zor. Mantığım söylemem diyor ama ben aşkı görünce hemen yolunu değiştirip ardı sıra koşan deli kadının biriyim. Belli olmaz! Kaç sarhoş tövbe edip tekrar içmemiş mi?
    Kalbimi kıyıya çektim. Su aldıkça batışını izliyorum. Bu yüzden ettiğim hiçbir yeminin geçerliliği yoktur. Eski sevdaların da sözlerinin arkasında durup bakmıyorum. Şimdi kim hangi gönülde bitmeyecek sandığı sevgisine yeminler ediyorsa orada kalsın. Ben bir müddet daha en azından yeni bir aşka kadar kimliğimle birlikte hükümsüzüm!…..S….B…..

  2. serhat bekmezci dedi ki:

    ÜÇ HARFLİK BİR KELİME .AŞK. KELİMELERIN KİFAYETSIZ KALDIĞI HERŞEYİN ZAMANIN DAHİ DURDUĞUNU HİSSETTİĞİN SANA SON NEFESİNDE BİLE ÖLÜMÜ UNUTTURAN O ÜÇ KELİME AŞK SENİ YAŞAMAK İÇİN SON NEFESİMİMİ VEREYİM….

  3. hüseyin dedi ki:

    bu yorumu hangı abımız yada hangı bılgın ınsanımız yapmıssa cok guzel anlatmıs ellerine saglık diline yüregine saglık hemen hemen benım kendı dusuncelerımle aynı ama sen daha iyi anlatmıssın daha anlamlı ve her ınsanın anlayacagı sekılde anlatmıssın…TESEKKÜRLER…

  4. salim diyap dedi ki:

    Aşk Nedir?

    Aşk Nedir?

    Çoğu insan tarafından anlamsız ve anlatımsız bulunan aşk, gerçekten de izahı mümkün olmayan ve kişiden kişiye değişen bir delilik, bir hasatlık hali midir?
    Yani bir insanın aşkı için mülkünü, yıllarını heder etmesinin anlamı nedir?
    Bir insanı görebilmek, ona dokunabilmek, yüzüne bakabilmek, elini tutabilmek için olmadık zorluklara katlanmanın; tahtları, taçları, mülkiyetleri reddetmenin anlamı nedir?
    Ya insanın aşkı tarif etmeden onu yaşayabilmesi hissedebilmesi ne anlam taşır?

    Bilinmesi gerekir ki, düşüncemizde şekillendiremediğimiz, dile dökemediğimiz olguların varlığı bizim onları bilip bilmememize bağlı değildir. Çoğu zaman ne yaşadığımızı bilmeden yaşarız yaşadıklarımızı. Hayat bizi içine alarak devinirken hayata dair birçok olguyu anlamlandıramamış olabiliriz; ama en ince ayrıntısına kadar hissederiz ve bu hisleri tekrar tekrar yaşayabilmek için de emek harcarız, çaba sarf ederiz. Çünkü bu anlamlandıramadığımız şeyler, bize tarifi imkânsız insani hazlar verir. Bu hazları yaşamamış dolayısıyla bilmeyen birçok insan bu çabaları anlamsız bulur. Oysa aşkın bu çabalara karşılık size vereceği şeyin peşindesiniz siz. O da mutluluktur. İşte o mutluluk ki bir mülkiyete sahip olmanın size verdiği mutluluktan çok farklı bir haz ve tadı içinde taşır. Bu hazdaki mutluluğu her âşık iyi bildiğinden olsa gerek, gerçek bir aşka erişebilmek için onun nazarında mülkiyetler saltanatlar bir değer taşımaz.

    AŞKI ÜRETEN SEVGİDİR

    Aşk nedir?

    Aşk, insanoğlunun bu dünyada kendini anlamlandırdığı ve sevdiği her şeyi bir insanın veya herhangi bir varlığın şahsında görmesidir, ifade etmesidir.
    İnsan, âşık olduğu şahsa yaşamı boyunca biriktirdiği sevgileri karşılıksız vererek ve onun şahsında tüm sevgileri paylaşarak var eder.
    Özünde; insanın aşkında bulduğu şey, yaşamı boyunca biriktirdiği sevgilerinden, vicdanından, emeğinden başka bir şey değildir.
    Aşk halini yaşayan her insan aşkını var etmek ve sürekli kılmak için bu sevgi birikiminin sorumluluğunu maşuka karşılıksız verir. Âşık, aşkını her gördüğünde, biriktirdiği sevgileri, değer verdiği her şeyi onun şahsında görür ve bu durumdan hoşnut olur. Aşk da işte bu sevgiyi var eden emeğin bileşkesidir, üretimidir.

    Bir insan için aşk varsa, o aşk; sevdiği kuştur, sevdiği denizdir, sevdiği ağaçtır, sevdiği topraktır; sevdiği çocuktur. Kısacası, yaşamı boyunca sevgi adına biriktirdiği her şeydir. Sevdiği şeylere ulaşamadığı, sevgisini yaşayamadığı anlarda, sevgisini anlatmak için ulaşamadığı paylaşımları aşkının varlığında onlarla bir aradaymışçasına yaşar, paylaşır. Bir insan için aşk varsa, sevdiği her şey, ondan uzak olsa da, o aşkın bünyesinde her an onunla birliktedir.

    Kim bilir belki aşkıyla sevişirken insanoğlu, sevgisini de tohumluyordur sevgilinin bedenine ve bu eylemi ile sürekli ve ölümsüz kılıyordur aşkının derinliklerinde. Çünkü her seven insan için bir ihtiyaçtır, aşk denilen temiz bir adaya gidip yaşamı boyunca biriktirdiği sevgileri her nevi kirliliğe karşı gözden uzak bir yere gömmek ve aşkının rahminde geleceğe taşımak…
    İşte, İnsan sevgi yoğunluğu taşıyan bu eylemi ile karşı cinsle yaşadığı cinselliği hayvani bir boyuttan çıkararak insani bir boyuta taşır. Bu yönü ile aşk, cinselliğin doğal boyutuna insani bir boyut katarak insanı, diğer havanlardan da ayıran bir nitelik taşır.

    AŞK, MÜLKİYETİ SEVMEZ

    Aşka dair ilişkilerde insanlar, birbirleri ile insan olarak ilişkiye geçerler. Farklı ve çeşitli mülkiyet ilişkilerini kişiliklerinde en önemli yere koymuş oyuncular olarak değil. Yani zengin- fakir, alıcı-satıcı, borçlu- alacaklı olarak değil. İnsanlar aşka dair ilişkilerinde birbirini yalnız insan olarak algılarlar ve öyle ilişkiye geçerler.
    İnsanlar Aşk ilişkilerinde; her türlü mülkün alınıp satıldığı bir toplumun uzağında, o insanı insana yabancılaştıran mülkiyetin hâkim olduğu ortamın dışında, daha bir insan, daha bir kendinden ve kendileri için yaşarlar aşk ilişkilerini. O pazarda yaşanan mülkiyete dayalı ekonomik sosyal ilişkilerin arkasında sahte kişilikler, sahte yüzler oluşturmuş oyuncular olarak değil, gerçek aşk ilişkilerinde insanlar kendilerine ve herkese karşı kendileri olarak, emek verdikleri sevgilerinden üretirler aşklarını.
    İnsanların mülkiyeti her değerin üstünde tutuğu bir dünyada asıl ilgi odağı, insanın kendisi olamayacağından ve sevgiye harcanan emeğin maddi bir getirisi bulunmayacağından, doğal olarak sevginin de aşkın da insanların nazarında bir değeri olmayacaktır. Çünkü aşk ve sevgi paylaştıkça büyüyebilen duyumsamalardır mülkiyet ise paylaştıkça küçülendir…
    İnsanoğlunun dünyasında her şeye rağmen bir ihtiyaç olan aşkın aranması devam edecektir. Çünkü aşkı her insan için ihtiyaç haline getiren ve paylaşımlara bağlı oluşan o haz, kendine has bir zenginlik taşımaktadır. Bu zenginlik maddi zenginliğin ötesinde, insanlarla bir şeyler paylaşamaya bağlı gelişen insani ve vicdani bir zenginliktir. Sanılanın aksine mülkiyet sahibi insanlar bu hususta zengin değildir.
    Fakirliği, insanların elinden; diğer insanlarla bir şeyleri paylaşma yetisini alan bir durum olarak algıladığımızda, mülkiyet sahibi olup da, kimselerle bir şeyleri paylaşamayan insanların bu insani zenginlikten mahrum olduklarını görürüz. Onların da bencilliğin ürettiği bu yoksulluk girdabında debelendiklerini gözlemleyebiliriz. Bundandır ki onlar da, paylaşımlara paralel gelişen sevginin ve aşkın o mükemmel hazından yoksundurlar.

    MÜLKİYET İLİŞKİLERİNİN TÜKETTİĞİ İNSANLIK, AŞKA YABANCIDIR
    Mülkiyetin en yüce değer olarak kabul gördüğü ve hâkim olduğu toplumlarda İnsanlar için asıl ilgi odağı arkasında saklanmış oldukları, hatta birçok noktada insanın kendi emeği ile yaratığı insani değerlerinin de önüne geçen ve pazarda maddi değeri olan mülkiyettir. İşte bu yalancı tablonun arkasında duran, o insani özü seçmekte zorlanan insan, her zaman maddi ilişkilerin tuzağına düşerek aşkın ve mülkün değerlerini birbirine karıştırır.
    Mülkiyetli dünyada insanlar birbirlerinin nazarında temsil etikleri mülkiyetin sahibi olarak vardırlar. Mülkiyeti insani değerlerin önüne koyan toplumlarda insanlar, ekonomik ilişkilerinin bir parçası gibi dururlar ve bu halleri ile birbirleriyle ilişki kurarlar. Oysa aşkta insanlar saf insani halleri ile bulurlar birbirlerini ve onları insani özlerine yabancılaştıran mülkiyet ilişkilerinden uzak durdukça yoğun yaşarlar aşklarını.
    Evlilik itibari ile oluşturduğumuz birlikteliklerde eşin parasal durumunu gözeterek yaptığımız tercihler, bizi mülkiyet karşılığında kendi bedenini veren fahişe bildiklerimizle aynı kılar. Mülkiyete dayalı evliliklerde yaptığımız, peşin satıştan, toptan alıştan başka bir şey değildir. Bir fahişeyi fahişe yapan şey, değişik erkeklerle yatması değil aşk karşılığında vermesi gerekeni, para (mülk) karşılığında vermesidir. Aynı durum, bir jigolo için de geçerlidir

    Mülkiyet ilişkilerinin hâkim olduğu her toplumda insan, saf insan değildir. Herhangi bir metadır. Başka insanlara değer biçerken de insani özelliklerine bakarak değer vermez. O insanlardaki mülkiyetin azlığı ve çokluğu ile insana değer verir. Bu kaçınılmaz olarak böyledir. Çünkü mülkiyeti hayatın merkezine koyan her insan mülkiyet izin verdiği oranda başka insanın insani özelliklerini görür. Çünkü ufkunu mülkiyet ilişkileri oranında daraltan insan, başka insanların o insani özelliklerinden kaynaklı güzellikleri göremez. Mülkiyetin körelttiği, hazına yabancı kaldığı, tadını bilmediği hazlar, o zengin tat cümbüşü olan aşkla birlikte kendi dünyasında yoktur.
    Mülkiyet edinme çabasının yaşamı en ince noktasına kadar metalaştırdığı bir dünyada, insanı insana yem eden, insanı insana ezdiren mülkiyetli toplumlarda aşk arayanlar, cehennemde mümin arayan bedbahtlar gibidir, arasalar da bulamazlar.
    İnsan özgürce gözlemlediği ve özgürce değerlendirdiği oranda insandır. Mülkiyet denen illet, insanın elinden özgür gözlemi alır. Özgür gözlemi elinden alınmış insanın, aşkını yalın biçimi ile seçmesi veya yaşaması olanaklı değildir.
    Mülkiyet varsa insanlık yoktur,
    Mülkiyet varsa duygu yoktur,
    Mülkiyet varsa güzellik de yoktur.
    Parasal düzlemler üzerinden hesaplanan nesnel dünyanın ruhsuzluğunda insanda, insanlıkta, aşk ta kaybolur. İnsanların mülkleri ile tartılıp değer biçildiği bir dünyada sevginin aşk üretimi de kaybolur.
    Ayrıca belirtmek gerekir ki; mülkiyet bir iktidar biçimidir. Bu iktidar biçimi, insana zamanla paylaşımın değerlerini unutturur. Mülkiyeti elinde tutan ve mülkiyetin kendisine verdiği imtiyazı başka insanların üzerinde uygulayan insan, içinde bulunduğu imtiyazlı ve otoriter durumu kendi kafasında kendi yeteneğinden kaynaklı bir hak olarak algılamaya başlar. Bu hakkı kendinde bulan her insan sevgiyi oluşturan paylaşım ilişkisini tüketir. Paylaşımın olmadığı her alanda da, mutlaka tahakküm vardır ve tahakkümü üreten her ilişki aşkı küstürür ve uzaklaştırır.
    SAHİPLENMEK VARSA AŞK YOKTUR
    Aşk öylesine yalın, öylesine saf ve mülkiyet karşısında öylesine kırılgandır ki o, her şeye karşı duyumsanabilir; ama mülkiyete karşı asla… Çünkü aşkı büyüten var eden sevgi, mülkiyet paylaşıldıkça büyüyen bir duygudur. Paylaşılan her mülk azalır. Yani aşk, mülkiyet azaldıkça kendini var eder. Oysa mülkiyet başkasından aldıkça büyüyebilen bir olgudur. İnsanın insana duyduğu sevginin yerine koyulmaya çalışılırsa da temelinde zor ve acı olan mülk, aşkın yerini tutamaz.
    Bir insanı, arabanızı sevdiğiniz gibi sevemezsiniz. Kendi mülkiyetinize alamazsınız. Çünkü sevgi; emek, üretim ve paylaşım olduğu kadar, özgürlüktür de.
    Bir insana benimdir ve benim tasarrufumdadır diyerek, sevgiyi mülkiyete karşı duyulan bir sahiplenme tutumuna indirgerseniz, sevgiyi de, aşkı da hayatınızdan dışlıyorsunuz demektir.
    İşte siz, bu iki insani duyguyu hayatınızdan dışladığınız anda, “aşkım” dediğiniz insanı sahiplenilebilir bir mülk konumuna getirdiniz demektir. Bu da yaşamınız boyunca kendinize eşit tutarak, yaşatabilmeniz olanaklı olan aşkınızı mülkleştirerek, tükettiniz demektir. Durum bu olunca da aşkın sizi terk etmesi, sizden uzaklaşması kaçınılmazdır. Yaşayıp da sizin aşk sandığınız bu ilişkide size baki kalan mülkiyetin ruhsuzluğuna eşdeğer metalaşmış, donuk, duygusuz ve ezenin ezileni mülk anlamında sahiplendiği bir ilişkidir.
    Size kalan aşk sandığınız mülkünüzle kucak kucağa ruhsuz ve hazsız bir yaşamdır.
    Size kalan aşk sandığınız mülkiyetinizle ve onun kullanım hakkıyla oyalanmaktır.

    AŞKIN ÖLÜMÜ
    Elbette sevgiden beslenen ve böylesine yoğun yaşanan bir duygunun bitmesi her insan için sarsıcı ve umut kırıcı bir nitelik taşır.
    Lakin aşk, canlı bir varlık gibidir. Doğar, büyür ve her canlı gibi bir gün ölebilir. Fakat ölümden sonra dirilmek (reenkarnasyon) denilen olgu yaşamda çok az şey için vardır. Aşk da onlardan biridir. Aşk her zaman yeniden yaşanması, çoğaltılması mümkün olan ve tekrar biriktirilebilen sevgilerin içinden Anka Kuşu gibi ‘kendini yeniden üretmeyi’ becerebilen bir olgudur. Aşkın bu özelliği, aşkı umutla öylesine benzeştirir ki, umudu her koşulda aşkın yoldaşı kılar. Ondandır ki ölümlerden aşkın umutla kol kola, yeni bir insanın şahsında dönebilmesi ve aşkın umutsuz, umudun da aşksız olmaması…

    AŞK VE ACI
    Aşk; sevgilerimizin özetidir’ demiştik. İşte bu sevgileri üreten paylaşımlar ve özgürlükler aynı zamanda aşkın şahsında mutlulukları da üretir. Bir gün bu duygular acıyı oluşturmaya başlarsa, bilin ki mülkiyet girmiştir işin içine.
    Bilin ki, mülkiyetli toplumlara özgü değer yargıları sevginize, aynı zamanda aşkınıza baskın gelmeye başlamıştır artık.
    Bilin ki ahlâk,
    Bilin ki töre,
    Bilin ki mülkiyet edinmeye uygun yaşam tarzı,
    Bilin ki aşkınızı kendi tasarrufunuzda bir mülkmüşçesine görüp öyle davranma alışkanlığı,
    Bilin ki sınıfsal konum,
    Bilin ki sahiplenme hırsı, yaşamınızda aşka baskın gelmeye başlamıştır. İşte o zaman aşkın küsüp gitme zamanı gelmiş demektir. Onu yeni sevgilerde üretebileceğiniz günlere değin aşk, sizi terk etmiştir artık ve bundan sonra çekeceğiniz açıların sorumlusu aşk değildir. Aşkı küstürme pahasına kucağınıza aldığınız mülkiyettir!
    Acı çekiyorsanız; Bu acının kaynağı mülkiyetli toplumlarının yaratığı değerlerle, aşkın; insani, özgürlükçü, paylaşımcı, eşitlikçi, tahakkümden uzak ve kendine has sevgi yoğunluğunun arasındaki çelişkidir. Yani, sizi acının girdabına salan aşkın saf ve temizliği ile mülkiyetin cani ve acımasız yüzü arasında ki ezeli kavgada aşkın ve mülkiyetin arasındaki o uzlaşmaz çelişkide sizin mülkiyetin safında yer almanızdır.

    Ondandır ki, aşkı yaşamak isteyenler aşkı mülkiyetten uzak tutmasını bilmelidir. Aksi takdirde, aşk onlardan kendini uzak tutacaktır.
    İşte bu özellikleri ile aşk, tarihler boyunca mülkiyeti içine almamasından kaynaklı, insan hasletlerinin en temiz kalabilmiş özelliklerinden biridir. Yaşanmış her tarihte, insanlığın olumsuzluklardan arınıp mutlu olabildiği, mutluluk için kendi özüne dönebildiği, düzensel kargaşa içinde rahatladığı, soluklandığı, huzur bulmak için sığındığı kale gibidir… Sınıflı ve mülkiyetli toplumlarda insanların sıkıntılardan bir süreliğine de olsa mülklerinden ayrışarak soluklandıkları teneffüsler gibidir.
    Aşk; insanın mülkiyetten arınmasıdır.
    Aşk; paylaşımı, eşitliği ve özgürlüğü boğan mülkiyetli toplumların, insana yaşattığı o boğucu tayfundan insanın su yüzeyine çıkıp soluklanmasıdır.
    Aşk; insana yaşama gücü veren ve en karamsar anlarında imdadına yetişendir.
    Aşk; geçmişten yarına doğru yaşamımızda, her an daha da büyük yer kaplayan, gittikçe genişleyerek hayatın her alanını kaplayan, sarıp sarmalayan, özgürlüğün, sevginin,
    eşitliğin insanlığa armağanıdır.

    AŞK HAYATIR SEVGİSİZLİK ÖLÜM
    Yaşamınız buyunca biriktirdiğiniz sevgileri, emanet ettiğimiz şahsın yitirmesi, bunlara yabancılaşması, sizin için ne anlama gelir?
    Ölüme karşı kuşandığı, sığındığı, yaşama dair güzellikleri, sık eleyip sık dokuduğu, sevgi birikiminin kaybolması, tüketilmesi, kişiden alınması insanı yaşamdan uzaklaştırıp, ölüme yakınlaştıran sebeplerden değil midir?

    Aşk, özü itibari ile ölüme direnmektir, insanın ölüme karşı sığınabildiği yegâne mevzidir.

    Aşk, sevgilerinize benzeyendir, sevgilerinizden üreyendir.

    Hayata başkasının gözüyle bakmak değildir yalnız;

    Dünyayı sevginizle değiştirmek dönüştürmektir.

    Yaşamı sevginize benzetmektir.

    Hayatı sevgimizle biçimlendirmektir.

    Kendimizden bir şeyler verirken, verdiğimiz oranda başka insanların şahsında güveni üretmektir.

    Bu güvenin yitmesine sebebiyet verecek yegâne şey, maşuk’a güvenerek verdiğiniz sevgi yoğunluğunu ve çokluğunu o insanın, heder edecek oranda mülkiyet karşısında değersizleştirmesidir.

    Yani aşkın mülkiyet karşısında değer kaybıdır.

    İşte bu noktada yaşamın yanında ölüme karşı duruşunuz; kişiliğinizde yeni sevgilerle yeni aşklar yaratabilme beceriniz, mülkiyete karşı direngenliğiniz ve sevgi yaratabilen emeğinizle orantılıdır.

    İnsan, aşkın mülkiyet karşısında geri çekilmek zorunda kaldığı noktalarda, mülkiyetin ürettiği çirkefe teslim olmamalıdır. İnsan sevgiyi mülkiyetten ayrıştırarak ve sevginin safında yer alarak aşkı yeniden hayatın damarlarına çağırmalıdır. Sevginin ve aşkın safında yer almak, ölümün karşısında yaşamın safında yer almaktır.

    Mülkiyete karşı aşkın düşen her kalesini, sevgi ile onarıp aşkı sevgilerinizden yeniden üretebildiğiniz oranda hayatın safında olabiliriz. Aksi takdirde toplum içinde mülkiyetten kaynaklı tüm olumsuzlukların sevgi ve aşka karşı ölümün safında yer aldıkları savaştan, insanlığımız yenik çıkacaktır.

    Görmek lazım gelir ki, sevgisizlikler batağında hayata karşı sorumluluklarını yitirmiş insanların, insanlara güvensizliği ve acımasızlığı başta olmak üzere, toplum içinde tüm olumsuzlukların gönüllü kabul edicisi ve sürdürücüsü olan dönekler, kalleşler, umutsuzlar, acımasızlar ve her kalıba girmeye hazır şekilsiz kalabalıklar, bu aşk ve sevgi duyumsamalarını yitirmiş ve yeniden yaratma gücünü kendinde bulamayanlar oluşturmaktadır. işte ölüm onların safındadır.

    Mülkiyeti kutsayan sınıflı toplumlar, kendini var eden insan malzemesini, sevgi ile, aşk ile bağını koparmış, mülkiyete özgü değerleri kendi yaşam değerlerinin en üstüne taşımış insan yığınlarından oluşturmaktadır.
    Bu insan tipini yaratmak için kapitalizm, tüm kurum ve kuruluşlarıyla aşka ve sevgiye mülkiyet kılıfını giydirip topluma pazarlamaktadır. Hatta daha ileri gidip “aşkın bir hastalık hali” olduğunu iddia edip, kitleleri buna inandırmaktadır.

    Oysa aşk, hayatın annesidir ve aşksız hayat yetimdir. Sevgi, yaşamı var eden emektir, üretimdir, paylaşımdır; sevgisiz hayat, ölümdür.

    Her aşkın ölümü emeğin de güvenin de ölümüdür.
    Ama yaşam, sevgi ile aşk ile güçlü kılar varlığını ve her zaman aşklara gebeyken sevgiler; aşklar da yaşama gebedir. Her ölüm, aşklardan bir şeyler alıp giderken, her doğum; aşktan bir armağandır dünyamıza.

    AŞK ŞİİR VE MÜZİK

    İnsan dil bilmezken doğanın esaretinde, doğadan öğrendi ilk kelimesini. O kelime veya kelimelerin ne olduğu elbette şimdi bilinmez. Lakin dilimizden dökülen ilk kelimeler doğanın kendi dilinden başka ne olabilir ki. Atalarımızın ilk sözleri, doğanın o kuşlar, o yapraklar, o ağaçlara öğrettiği kelimelerin yansımasından, taklidinden başka ne olabilir ki…

    Acımasızlığı da şefkati de insan doğadan öğrendi.
    İnsan var olalı beri doğanın o acımasız yüzü ve şefkati arasında bocaladı, hala da bocalamaktadır.

    İşte şiir ve müzik insanda, doğanın o anaç ve şefkatli yüzüne hayranlığın bir ifadesi olarak gelişti.

    Çünkü insan, doğa içindeki konumu (çaresizliği ve güçsüzlüğü) gereği doğanın daha çok, anaç ve şefkatli yüzünü, boyutunu sevdi.

    İnsan doğanın bu boyutuna hayranlık ifadesi olarak şiiri ve müziği var etti. Bu yüzden şiirin doğayla bir uyumu olmakla birlikte, aynı zamanda doğayla kıyasıya bir kavgası da mevcuttur. İnsanın çaresizliğine denk gelen bu kavga ve reddettiği bu boyut, şiirle hala kavgalıdır ve bu kavga şu anda hayatın her alanında sürmektedir.

    Yaşamda var olan her şey, doğanın bir parçası olarak devinmektedir. Lakin doğada insan hasletlerine özgü birçok şey var ki, bu kavganın verilerini, insanlığın yaşamına erdem ve eşitlik boyutunda taşımaktadır. Bunlardan biri de yukarda izah ettiğimiz anlamda aşktır. İşte bu yolculukta aşka yoldaşlık eden şiir ve müzik aşkı beslerken aynı zamanda aşktan da beslenmektedir.

    İnsan doğadan kavgayı, güçlü olmayı ve zayıfı ezmeyi öğrenirken, yani güçlü olabileceği oranda var olacağını öğrenirken; aynı zamanda doğadan vermeyi, duygulanmayı, sevmeyi ve şefkati de buna paralel öğrendi. O baharlarda çiçeklenen dallar ve hışırtılar arasında insanın dilinden ilk nameler döküldü. O kuş sesleri ve güçsüzün isyan çığlıkları arasında ilk sözler, ilk kafiyeler, ilk reddiyeler şekillendi…

    Önce duydu, hisseti, duygulandı ve kimi zaman kabullendi, kimi zaman itiraz etti; sonra meyvesini verdi, dile getirdi o cümleleri. Tomurcuklandı şiir şiir, çiçeklendi name name, ses verdi hayata ve çevresine. Ondan Şiiri, müziği ve sevgiyi keşfederek yaratmanın hazını aldı, biçimlendirdi, değiştirdi ve değişti.

    Sevgi emekle aşka yol aldı. Aşk, şiir ve müzikle dile geldi. İnsan doğanın sevecen yüzüne sahip çıkarak hayvandan ayırdı yolunu. Doğanın acımasız yüzüne haykırdı şiirlerini, şarkılarını kimi an öfkeli kimi an doğanın şefkatli yüzü gibi sevecen ve durgundu…

    İnsanoğlunun duyumsamalarında, düşüncelerinde, sevgi ve şefkat olduğu oranda şiir vardı. Sevgi olduğu oranda aşk vardı, müzik vardı. Müzik olduğu oranda da dayanışma ve kol kola halaya durmak vardı.

    Geliştikçe dil, büyüdükçe düşünceler, serpildikçe sevgi, aşk da büyüdü, insanlık da.

    Müzikle, şiirle, sevgi ile aşkla birlikte yola koyuldu insan, bu gün bu yolculuğuna devam ediyor hala…

    Nağmelerle, ninnilerle, şiirlerle, paylaşımla dokunup duyarak, koruyup kollayarak aşkı ve sevgiyi yaratarak insan, insan oldu.

    İşte ben bu yazdığım şiirler arasında insanlığıma dair bir şeyler buldum. Yaşadığım toplumun doğayla benzerliğini ve bu benzerlik içinde ezilenden yana olmak gerekliliğini doğanın şefkatli yüzünü içine alan şiiri üretirken Kendi insani yanımı da üretiyordum. Doğanın o acımasız yanına karşı doğanın o sevecen tarafında saf tutuyorum.
    Sevgiye dair, aşka dair umuda ve kavgaya dair bütün gücümle haykırıyorum ve yazdıklarımı sizlerle paylaşmanın onurunu yaşıyorum…
    Salim Diyap